Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 2018 yılında mezun olan Deniz Bensusan ile yönetmenlik kariyeri ve çektiği filmler hakkında konuştuk. Son Saat (The Final Hour) isimli filmin hikayesi ve Deniz Bensusan’ın yönetmenlik macerası hakkında detayları röportajımızda bulabilirsiniz.

Öncelikle bize biraz kendinden bahseder misin?

94 yılında İstanbul’da doğdum. 5 yaşında tiyatroda ilk kez sahneye Yalancı Çoban rolünde çıktım. O günden sonra sahneden hiç uzaklaşmadım. Koç Üniversitesi’ne Uluslararası İlişkiler okuyarak başladım. İçimde nedense bu bölümle ilgili dünyamı genişleteceğine dair çok büyük bir his vardı, doğruydu da. Çok severek okuduğum bölümümün hayatıma çok büyük katkıları oldu. Öğrendiğim her şey film olsun, ve öğrenmek hiç bitmesin diye film yapmaya başladım ve Film and Video Production Sertifikasını alarak mezun oldum. Met Film School London’da yönetmenlik üzerine yüksek lisansımı yapmaya devam ediyorum.

Koç Üniversitesi’nde öğrenci olmak senin için nasıl bir deneyimdi? Eğer o günleri tekrar yaşama şansın olsaydı neleri farklı yapardın?

Hayatımın en güzel yıllarıydı. Özgürlüğüme olan düşkünlüğüm küçüklüğümden beri konuşulurdu. Orada tadını doya doya çıkardım. Çok zor günlerim de oldu tabii. Ama hiçbir şeyi değiştirmezdim. Orası benim evim sayılır. En iyi ve en kötü anısını da gülümseyerek hatırlıyorum ve hepsini çok seviyorum. Dolu dolu geçirdiğim için çok mutluyum.

Biraz da yönetmen kimliğinden bahsedelim. Yönetmenlik fikri hayatında nasıl gelişti?

Kendimi sürekli çok fazla konudan konuya atlayan ve bu yüzden asla ne istediğini bulamayacak biri gibi görürdüm eskiden. Ders yapmayı sevmeyen her çocuğa da gelen dikkat bozukluğu teşhisim de bu hissi güçlendirdi. Türkiye’de üniversite öncesi okul hayatımız da maalesef bunun da aslında büyük bir avantaj olabileceğini bize hiç göstermedi, aksine, bütün ilgiyi kendinde isteyen bencil ders programlarıyla benim gibi insanları ezmeye çalıştı. İyi ki o sınavlara ve sisteme gereksiz bir kıymet vermemişim ki, hayatın akışında filmlerin hayatımızdaki her şeyin toplamı olduğunu fark ettim. İnsanlarla beraber bir işi büyütmeyi de, evde masa başında tek başıma çalışma halini de seviyorum. İlk filmimi çekip eve gittiğimde 1 hafta boyunca günde sadece 3 4  saat uyuduğumu ve bunu fark edemeyecek kadar konsantrasyonumun yüksek olduğunu farkettim. Kolumda serum olsa da doğru bir yere evrildiğimi hissetmek güzeldi. Üniversitemin bu keşif sürecindeki katkısı yadsınamaz.

Birçok festivalde seyirciyle buluşan ve ödüller alan Son Saat (The Final Hour) isimli belgesel filminin hikayesi nedir? Sence kültürün ve dilin korunması konusunda sinemaya/sanata nasıl bir görev düşüyor?

Filmde aile ağacımı izleyerek onların göç ettiği ülkelere gidiyorum. Eskiden çok sık konuşulan ve benim bilmediğim Ladino dilinin yok olmasını ailemin hikayesi üzerinden anlatıyorum. İspanya, Portekiz, Polonya, Yunanistan ve en son Türkiye’deki rotamızı takip ederek kapsamlı bir araştırma yapıyorum ve bu konuda çok farklı düşünen insanlarla tanışıyorum.

Sinemanın eskiyi korumak gibi bir görevi olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Tam tersine bizi ve dünyayı dönüştüren bir etkisi var bence. Açıkçası her şeyi korumamız gerektiğini de düşünmüyorum. Dünyaya baktığımda canım genelde sıkılıyor ama güzel gelişmeler de onu çekilir kılıyor. Değişmesi gereken çok şey var ve bunun kilit noktası kültürdeki dönüşüm. Kültürü dönüştürmek çok zorlu bir mücadele olsa da zaman bu konudaki en büyük etki ve kimse o savaşı tamamen yenemiyor.

Filmin sadece kadınlardan oluşan dünyası üzerine neler söylemek istersin?  İlham kaynakların arasında kimler var?

Film yaparken bir cinsiyetim yok. Olmamalı da. Ben bir yönetmenim. Her durumdaki kadını da erkeği de yansıtmak benim işim. Kendi belirlediğim etik çerçevem doğrultusunda her karakteri iyisiyle kötüsüyle perdeye koyarım. Kadın yönetmen olmak konusuna iki şekilde değinebileceğimi düşünüyorum. Bir tanesi kadınları küçümseyen onları “küçük pembe dünyalarını” yansıtan ve bunu “çok tatlı” buldukları için hoş karşılıyor. Bu anlamda kadın yönetmen sıfatını çok aşağılayıcı buluyorum. Bir yandan da, erkek yönetmenlerin ve genelde erkek hikayelerinin rabet gördüğü bir sektörde, kadın bir yönetmen olabilmekten ve kadınların hikayelerini onları sığlaştırmadan anlatabildiğim zaman da mutlu oluyorum.

İlhamlarım çok fazla var ama aklıma ilk gelenler, Agnes Varda, Fellini, François Ozon, Alfred Hitchcock, Tarantino, Claire Denis, Pedro Almodovar, Susan Sontag, Fyodor Dostoyevski, John Berger, Leyla Erbil, Orhan Pamuk diye gider.

Senin yolundan ilerlemek ve hayallerini gerçekleştirmek isteyen mezunlarımıza en büyük tavsiyen ne olur? Kendilerini ne gibi zorluklarla karşılaşmaya hazırlamalılar ve bunlarla nasıl baş edebilirler?

Herkesin kendi yolu olduğunu düşünüyorum. Ama herkesin ortak yapabileceği şey kendine ayırdığı zamana kıymet vermek olabilir. Çalışmadığımız anlar çalıştığımız anlar kadar önemli ve aynı özeni hak ediyor. Filmler yaşadıkça doğuyor.

İlerideki projeleriden biraz söz edebilir misin?

Blue Bird Society (Mavi Kuşlar Ülkesi) adlı kısa filmimin post prodüksyouna odaklanıyorum şimdilik. Dosteyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde bir cümle geçiyor. “Hayal et ki, insan öyle bir toplum yaratıyorsun ki en sonunda kaderlerinde onlara mutlu bir son, huzur veriyorsun. Hayal et ki, bunu yaparken küçücük bir yaratığa her gün ölene kadar işkence etmek zorundasın.”  Ben de bu cümleden başka bir evrende bunu kabul etmiş bir topluluğun hikayesini anlatıyorum.  Mavi kuşlar dünyanın birçok yerinde mutluluğu sembolize eden mitolojik bir karakter olarak geçiyor. Özgür irade ve mutluluk arasındaki çalkantılı ilişkiyi incelediğim bir film olacak. Kasım ayında bitecek. Onun dışında müzik klipleri ve reklam projelerim de yakında geliyor

.